Endülüs’ün Kaybı

İberya Yarımadasında Hıristiyan Krallıkların Doğuşu,

İspanyol Reconquistası Karşısında Endülüs Devleti ve Endülüslüler

Endülüs Devletinin İki Başşehri Kurtuba (1236)

ve Gırnata’nın (1492) Düşüşü

Başlangıçta Fransa içlerine kadar ilerleme hamlelerinden de anlaşılacağı üzere, Müslümanlar İspanya’da kalıcı olma niyetindeydiler. Ancak, Endülüs’e karşı Hıristiyan Reconquista hareketinin başlamasıyla Endülüs’te ilk kayıp meydana geldi: Aşturga’nın (Astorga) düşüşü (136/753). Ancak, 753 yılına kadar da bazı olaylar yaşandı. İlk yıllarda Müslümanlar Reconquista’nın doğuşunu ve gelişimini, ancak kendilerine karşı düzenli bir güç belirtisi göstermeye başladığında fark edebilmişlerdi.

Vâdî Lekkü savaşında yenilen ve komutanları kral Rodrigo’nun ölmesi üzerine dağılan Vizigot ordusundan kalan bir grup asker, ülkenin kuzeyindeki (önünde İslam yayılmasının durduğu) Kantabria dağlarının arkasına kaçmışlar ve oluşumu orada başlatmışlardır. Bunlar özellikle kuzey doğudaki Navar (Nabârre, Bilâdü’l-Beşkens, Beşkûnye, Nebre, Navarre) bölgesinde bulunan Kantabria tepesi ile kuzey batıda yer alan Galicia bölgesinde bulunan Asturias’taki Covadonca dağının Cangas tepesini mekân tutmuşlardı. Bu Hıristiyan gruplar, ırk olarak Gotlar ve yerli İberyalılardan oluşmuştu ve kuzey doğuda Dük Petrus liderliğinde Kantabria Hıristiyan Düklüğü, kuzey batıda ise Palagios veya Vavila oğlu Pelayo (699-737) önderliğinde, 718 yılında Kantabria ve Asturias Düklüğü (Galicia krallığı 718-911) adıyla organize olmaya başlamışlardı. Bu oluşumun ardındaki gelişmelerin biraz ayrıntısına girelim.


98 (718) Tarihinde Endülüs vâlisi el-Hür b. Abdurrahman es-Sakafî, bölgeye bir sefer düzenleyerek Bask ve Asturias Hıristiyanlarını kuşattı. İşleri bitti düşüncesiyle geri çekildi. Yanında bulunan eski Vizigot kralı Vitiza’nın kardeşi Opas’ı, Pelayo’yu teslim olmaya iknâ etmesi için gönderdi. Fakat, Pelayo teslim olmayı kabul etmeyerek büyük Covadonga dağı altındaki mağaraya sığındı. Bunun üzerine Müslümanlar bu dağı kuşatarak düşmanı uzun süre desteksiz bıraktılar. Bu esnada düşmanlar açlıktan ölmeye başladılar ve birkaç yüz kişiden sadece 30 erkek ve 10 kadın sağ kaldı. Kötü hava koşulları ve tepelerin sarp olması yüzünden Müslümanlar, artık bunların işi bitmiştir üçbeş kişiden bir şey çıkmaz diye düşünüp düşmanı küçümseyerek bölgeden geri çekildiler. Bundan sonra Pelayo’nun grubu yeni katılımlarla kısa sürede büyüyerek güçlenmeye başladı ve Hıristiyan halk Pelayo’yu bir kahraman belleyerek onu kendilerine kral yaptılar.

Bu fırsatı iyi değerlendiren Pelayo da hâkimiyetini sağlamlaştırmak ve Müslümanlardan yeni toprak kazanmak için Endülüs topraklarına her fırsatta akınlar tertip etmeye başladı ve bilhâssa iç karışıklıkların nüksettiği zamanlarda Müslümanlar için önemli bir tehlike hâline gelmeye başladı. Burada başlayan Reconquista fikri harekete dönüştü ve sonraki krallara da örnek teşkil etti. Haddizâtında, merkezî hükümetin bölgedeki hâkimiyeti oldukça zayıftı. Bunun sebepleri arasında bölgenin merkezden uzak olması ve sarp dağlardan oluşması yanında, bölgede iskân edilmiş olan Müslüman halkın çoğunluğunun, kendilerinin Araplar tarafından ikinci sınıf vatandaş muâmelesine lâyık görüldüklerine inanan ve bu sebeple Araplar’a karşı kızgın olarak sıkça isyan edip ayaklanan Berberîlerden meydana gelmesi, ayrıca İslam arazîsinde oturan Hıristiyan halkın da saldırgan gruplara destek vermesi gibi etkenler vardır.

Sonuçta, elverişli ortamda oluşumunu sürdüren Hıristiyan direnişi, gittikçe güçlenerek büyümeye başladı. Dokuz küsür yıl Galicia’da liderlik yapan Pelayo, 737 tarihinde ölünce yerine oğlu Favila geçti, fakat Favila’nın ömrü 739 yılına kadar sürdü. Aynı yıl Kantabria dükü Petrus da öldü ve yerine oğlu Alfonso yönetime geçti. Oluşumlarından bu yana geçen zaman içinde iki düklük arasındaki işbirliği arttı ve Alfonso’nun, Pelayo’nun kızı Ermesinda (Ermûzende, Hürmüzende) ile evlenmesi aradaki bağları kuvvetlendirdi.Favila öldüğünde Galicialılar kendilerine yeni dük olarak Alfonso’yu seçtiler, böylece Asturias ve Galicia düklükleri I.Alfonso idâresinde birleşti. Yeni oluşumun adı ise, “Galicia Krallığı” oldu. Krallığın sınırları, artık doğuda Bask bölgesinden batıda Atlas Okyanusuna, kuzeyde Bask Körfezinden güneyde Duero Nehrine kadar uzanan ve Müslüman hâkimiyetinden uzak dağlık bölgeleri içine almıştı. Alfonso’nun son zamanlarında ise İberya Yarımadası’nın dörtte birini kapsar duruma geldi.

Hıristiyan İspanya’nın gerçek kurucusu ve Endülüs’e karşı Reconquista hareketinin gerçek başlatıcısı sayılan I. Alfonso’nun krallık dönemi (739-757), kendi açısından parlak bir devre oldu. Çünkü, onun zamanında Endülüs’ün kuzeybatı sınır bölgesindeki eyâletler Berberîlerin ayaklanması (741-742) sebebiyle karmaşaya sürüklendi ve Alfonso bunu iyi değerlendirerek İslam topraklarına karşı 740 yıllarında saldırılar yaptı, Müslüman halka katliâm uyguladı. Yöredeki Hıristiyanları ise daha kuzeye kendi bölgesine sevk etti. 750 tarihinde Endülüs’te ortaya çıkan kıtlık zamanında kuzey batı İslam eyâletlerinde bunun etkisi daha fazla hissedildi. Fırsattan istifadeyle Franklar da Arbûne’yi işgal ettiler (751). Sonuçta, oradaki Müslüman halkın çoğu güneye göç etmek zorunda kaldı ve bu da Hıristiyanların bölgedeki durumlarının sağlamlaşması, hatta bölgenin Alfonso’ya bağlanması sonucunu doğurdu. Alfonso bölgeye girerek Aşturga ve çevresini işgal etti (136/753).

Endülüs Emevileri Döneminde (756-1031), karşılıklı savaşlar olmakla birlikte Müslümanlar toprak kaybına izin vermedikleri gibi, eskiden kaybedilen bazı yerleri de geri aldılar. Çünkü, Emeviler dönemi Endülüslülerin yeniden toparlanarak güçlendikleri hatta, birkaç büyük dünya gücü durumundaki devletlerden birisi haline geldiği bir dönem olacaktır. İlk Emevi Emîri I. Abdurrahman’ın, İbn Muğîs ayaklanmasıyla meşgul olduğu sırada Froila harekete geçerek Lük, Burtugal (Portekiz), Şelemenka, Şekûbiye, Âbile (Avila), Semmûre ve Kaştâle bölgelerini işgal etti. Bu şehirler iki yüzyıl kadar sonra ünlü Hâcib el-Mansûr İbn Ebû Âmir tarafından geri alınıncaya kadar Hıristiyanların elinde kaldı. Ancak, tehlikenin büyüdüğünü fark eden I. Abdurrahman, krallığa karşı 148 (766) tarihinde birlikler gönderdi, yapılan çarpışmalarda Hıristiyanlar sadece mal ve insan kaybettiler. 150 (767) tarihinde Müslümanlar, Hıristiyanların elindeki Elbe ve’l-Kılâ’ (Castella y Alava) beldesini fethedip cizyeye bağladılar.

Asturias kralı el Casto (Namuslu, Afîf) lakaplı II. Alfonso’nun son zamanlarında, Hıristiyan İspanya’nın kaderinde etkili olacak bir dinî olay meydana geldi. Efsaneye göre, Kudüs’te kral tarafından öldürüldükten sonra cesedi deniz yoluyla Galicia bölgesine gelen Aziz Yakub’un (St. Jakop) zamanla kaybolmuş olan mezarı, 835 tarihinde Keşiş Theodemir tarafından bulundu. Kral tarafından mezar bir kubbe ilâvesiyle türbe hâline getirildi. Olay İspanyalılar ve Avrupa Hıristiyanları arasında yayılınca, türbe Hıristiyanların hac için yoğun olarak gelmeye başladıkları bir yer hâline geldi ve türbe çevresinde süratle yerleşim meydana geldi. Şehrin adı ise Medînetü Şente Yâkub Mukaddese (Santiago de Compostela, Mukaddes Aziz Yakub’un Şehri) oldu. Daha sonra türbenin yanına bir de büyük bir kilise veya katedral inşâ edildi.

Bu gelişmenin İspanyol ve Avrupa milliyetçiliği ve dindarlaşması yolundaki etkileri büyük olmuştur. Nitekim Aziz Yakub, artık İspanya’nın kutsal hâmisi oldu, türbesi de zamanla tüm Avrupa Hıristiyanlarının ziyaretgâhı hâline geldi. Bu münâsebetle Avrupa ve İspanya Hıristiyanları arasında görüşme başladı. Bu görüşmeler karşılıklı etkileşimlere, çeşitli âdetlerin gelişmesine ve Müslümanlara karşı bir şuur birliği oluşumuna zemin teşkîl etti. Bugün dahi Santiago, Hıristiyan İspanya’nın hatta Avrupa’nın en meşhur hac mahalli olarak bilinmektedir. İslamî dönemde şehir, Hâcib el-Mansûr tarafından 387 997 tarihinde fethedilerek tahrip edildi. Sadece Aziz Yâkub’un mezarına dokunulmadı. Galiçya kralı II. Bermudo, XI. yüzyıl başında şehri Müslümanlardan geri aldı.

Bu oluşumu güçlendiren diğer bir faktör de, Hıristiyan İspanya devletlerinde yaşayanların kendilerini Gotlar’a mensup saymalarıdır. Kendilerini Got olarak adlandırarak ve hükümet işlerini de Got geleneklerine göre düzenleyerek eski devletlerini ihya etme fikrini geliştirmeye başladılar. II. Alfonso ile Endülüs Emevi emîrleri I. Hişam, I. Hakem ve II. Abdurrahman arasında şiddetli savaşlar oldu ve karşılıklı istilâlar yaşandı. Ancak, bu mücadelede baskın olan taraf, özellikle III. Abdurrahman gibi devletin güçlü olduğu dönemlerde Müslümanlar oldu. Bu durum, Endülüs Emevileri iktidarının yıkılışına kadar sürdü.

Pirene dağlarının güney batısında kalan Navar bölgesi, İspanya’nın fethinden itibaren Franklar ile Müslümanlar arasında yapılan savaşlara bir meydan teşkîl etti. Bölgenin sâkinleri, II./VIII. asrın sonlarına kadar Frank Krallığına tâbi iktâ sâhiplerinin emrinde çalışan Basklılar idi. Önemli kenti olan Benbelûne (Pamplona), sekizinci yüzyıl sonlarında Müslümanlardan geri alınmıştı. Asturias-Galicia kralları, bölgeyi kendi topraklarına katmak için çok uğraşmışlar ancak, Basklılar’ın istiklâle düşkün olmaları yüzünden bunu başaramamışlardı. 799 tarihinde çıkan Osvar adındaki dük, kendisini bağımsız Navar dükü ilân etti ve böylece bir krallık daha doğdu: Navar krallığı (810 veya 820-1512). I. Sancho Garces (el Grande) kral adıyla anılan ilk yönetici olduğu için Navar krallığının gerçek kurucusu sayılmaktadır (905-925).

Kuzey İspanya’da, batıda Leon krallığı ile doğuda Navar krallığı arasındaki arazîde bir diğer Hıristiyan İspanya krallığı oluştu: Kastilya krallığı (930-1217). Önceleri Berdolia adıyla anılan bölgenin adı, içinde çok kale bulunduğu için sonradan Kastilya oldu. Arap kaynaklarında bu kaleler Kılâ’ adıyla geçer. Elbe (Alava) şehrine nisbetle Elbe ve’l-Kılâ’ adıyla anılması daha yaygındır. Bölge sâkinleri, Elbeliler ve Basklılar’dan oluşur. Bölge önce Leon krallığına bağlıydı ve başkenti Burgos idi. Kastilya kontları, Leon krallarına karşı uzun yıllar bağımsızlık mücâdelesi verdiler. Sonunda Fernan Gonzalez, Leon kralı II. Ramiro’ya karşı sürdürdüğü savaşı kazandı ve IV./X. yüzyıl sonlarında bağımsız krallığını kurdu. Bundan sonra krallık, Müslümanlar ve çevre Hıristiyan devletler aleyhine olarak sürekli genişledi. İlk kez Kastilya kralı olarak anılan I. Fernando zamanında Leon krallığı ile birleşme sağlandı ve Birleşik Leon-Kastilya krallığı (1037-1157 ve 1217-1504) ortaya çıktı. Ancak, VII. Alfonso’dan sonra iki krallık ayrıldılar. I. Enrique zamanında ise Leon ile tekrar birleşme oldu.

Berşelûne bölgesine gelince, burası Endülüs’te Müslümanların kaybettikleri ilk yerdi. Hakem b. Hişam zamanında Franklar’ın kralı Şarlman (Büyük Karl 768-814) tarafından işgal edilmişti (190/801).Şarlman burayı güney sınırlarını güvenceye almak için sınır eyâleti olarak tahkîm etmişti. Frank Devletine bağlı Got veya Frank asıllı kontlar tarafından idâre edilirdi. Daha sonra Frank Devleti iç kargaşaya düştüğünde kendilerini güçlü addeden kontlar bağımsızlıklarını ilân ettiler. Bölgede oluşan küçük kontluklar içerisinde en güçlüsü Barselona Kontluğu (…?-1137) idi. X. yüzyıl sonlarında kontluğa Borrel hânedânı hükmediyordu. O zaman kontluğun toprakları, el-Mansûr İbn Ebî Âmir tarafından tahrip edildi (375/985).

Âmirîler’in hâkimiyeti kaybetmesiyle Endülüs içinde meydana gelen çatışma ortamında Endülüslü Sakâlibe (Slav asıllı köle sınıfı), Kont Ramon Borrel’den yardım istedi ve kontluk güçleri pek çok çatışmaya katıldı (400/1010). Daha sonraki zamanlarda Aragon krallığı ile birleşerek Müslümanlara karşı daha da etkili oldu. Aragon Prensi IV. Ramon Berenguer zamanında Aragon Kontluğu ile birleşildi ve Birleşik Barselona-Aragon krallığı oldu. Aragon (Ergûn) Kontluğu (809-1137), I. Azanar Galindo ile bir kontluk olarak doğdu ve gelişmeye başladı. II. Ramiro zamanında Barselona ile birleşti ve Birleşik Aragon-Barselona krallığı (1137-1516) ortaya çıktı.

Bu Hıristiyan devletler, Müslümanlara karşı ortak menfaatleri söz konusu olduğunda birleşebiliyorlar, ancak bunun dışında bazen kendi aralarında toprak savaşlarına da girişiyorlardı. Bu uğurda, bazen Kurtuba İslam hükümetinden birbirlerine karşı yardım istedikleri de olurdu. Ancak, içeride âsâyişi sağladıkları ve Hıristiyan komşularına karşı endişelerinin kalmadığı zamanlarda, derhal Müslümanlar ile olan antlaşmalarını bozarak saldırıya geçerlerdi.

Mülûkü’t-Tavâif Döneminde (1031-1090), tarafların birbirlerine karşı güç dengeleri Müslümanlar aleyhine olarak değişmeye başladı. Endülüs’e karşı bütün Hıristiyan İspanya devletleri Frank kontluklarıyla birlikte ortak hareket ettiler ve içlerinde oluşan Haçlı ruhu ile Haçlı saldırıları gerçekleştirdiler. Bölünmüş Endülüs Müslümanlarına karşı burada başarı sağlanınca, bunun vermiş olduğu cesaretle Avrupa ülkeleri Orta Doğu Türk İslam dünyasına karşı sistematik şekilde Haçlı Seferleri başlattılar (488/1095). Papalık, İspanya Hıristiyanlarına doğuya yapılan seferlere katılmayı yasak etti. Çünkü, onlar Endülüs’ü Müslümanlardan arındırmalıydılar. Mülûkü’t-Tavâif döneminde yani, Murâbıtlar’ın Endülüs’e gelişlerine kadar özellikle Kastilya krallığı ile Reconquista hareketi ivme kazandı ve pek çok Endülüs toprağı kaybedildi. Bunların önemlileri Mecrît (Madrid 1083) ve Tuleytula’dır (Toledo 1085).

Tuleytula’nın düşmesine kadarki dönemde Reconquista’nın başlama ve güçlenme sebeplerine bir farklı bakış katan tarihçi Braudel’e göre,

“İspanya Müslümanlığı, en geniş sınırlarına sahip olduğu zamanda bile Yarımadanın ancak bir kısmında egemen olabilmişti: Akdeniz kıyıları, Tajo vadisi, Ebro vadisi ve Portekiz’in güneyi ile merkezi (Yani, Yarımadanın % 85’e varan oranda büyük kısmı, L.Ş.). Müslümanlar, Eski Kastilya’nın fakir bölgelerini ihmal etmişler, ne Pireneler ne de bunların batıdaki Cantabria uzantılarına en azından sürekli bir ilgi göstermişlerdir. Yeniden Fetih hareketi (Reconquista) uzun bir süre Eski Kastilya’nın yarı çöl bölgelerinde gelişecektir; Hıristiyanlar hareketli ve savaşçı kentlerini buralarda kurabilmek için her şeyi getirmek ve her şeyi inşa etmek zorunda kalmışlardır. Hıristiyanlar ancak XI. yüzyıldan itibaren zafer kazanmaya başlayıp, İslam İberyası’nın canlı kesimini kemirmeye girişeceklerdir. Toledo’nun fethi (1085), onlara bu ihtirasla arzu ettikleri dünyayı açmıştır..

Kuşkusuz Reconquista ve onu Kuzey Afrika’ya doğru uzatan işgal akınları saf dinsel savaşlar değillerdi. Ancak, bu girişimleri sürekli olarak canlandıran, genişleten ve bunları İspanya’da ortak ve büyük bir eser gibi hissettiren şey, İspanyol ilerlemesinin en kuvvetli itici gücü dinsel zihniyet olmuştur. İspanya’nın fışkıran dinsel gücü, 1580’li yıllardan sonra yön değiştirmiştir. Sapkınlığa karşı savaş, dinsel bir savaş olarak sürdürülecektir. İspanya’nın İslâmiyet karşısındaki tarihinde 1580’li yıllardan itibaren bir kopuş meydana geldiği kesin bir olgudur. 1573’lerden sonra başlayan bir fiili barış durumu yerleşmiştir. Husumetler yeniden belirdiğinde ise, bunların geçmişin çok büyük savaşlarıyla ortak hiçbir yanları olmamıştır.”

Tuleytula’nın düşmesiyle birlikte yok olma tehlikesini hissetmeye başlayan Endülüslüler, çeşitli nedenlerle kendi aralarında siyasi birlik oluşturamadıkları için Mağrib’te hüküm süren Müslüman devletlerden önce Murâbıtlar’ın (1090-1147), ardından da Muvahhidler’in himayesine (1150-1238) girmek durumunda kaldılar. Hıristiyanlara karşı güçlü ve kararlı şekilde karşı koyan bu iki devlet, Mağrib’te kendi iç problemleriyle baş edemez hale düştüklerinde, Endülüs yine bölük pörçük hale geliyordu. Elbette Hıristiyanlar da fazla zorlanmadan Endülüs şehirlerini işgal etme fırsatı yakalıyorlardı. En son Endülüs hanedanı olan Nasrîler’in elindeki Endülüs’te İslam hakimiyeti, hem İspanyol krallıklara haraç vererek hem de elde kalan son şehirleri birer birer onlara kaptırarak 1492 yılına kadar sürmüştür. Bunun anlamı, bu tarihte Reconquista’nın askeri-siyasi boyutu tamamlanmıştır. Bundan sonra Endülüslüleri hıristiyanlaştırarak asimile etme, bu başarılamazsa sürgün etme dönemi başlamıştır.

Endülüs’ün Muvahhidler idaresinden (1147-1238) çıkışı, Endülüs’ün kalbi mesabesindeki Kurtuba’nın düşüşü ve Endülüs Devletinin Gırnata merkezli Nasrîler’in (1232, 1238-1492) eline kalışını gösteren gelişmelerin ayrıntılarına burada biraz yer vermemiz gerekmektedir.

Mülûkü’t-Tavâif’ten biri olan Hûdîler’in son vârisi Muhammed b. Yusuf b. Hûd el-Mütevekkil-Alallah, Mürsiye dışında İşbiliye ve Kurtuba’nın da içinde olduğu bütün Endülüs şehirlerinde kabul görmüştü (626/1229). Endülüs’ü Muvahhidler’in tasallutundan kurtarmak ve Hıristiyanlara karşı savunmak fikriyle özetlenen Endülüs milliyetçiliği hareketi liderleri içinde en önde geleniydi. Kendisine itâat eden Endülüslüleri Hıristiyanlardan korumak şimdi onun görevi olduğu için, bu uğurda ciddi gayret sarf ediyordu. İbn Hûd’un Endülüs hâkimiyetini sağlamlaştıran aslî unsur, onun Hıristiyanlar ile yaptığı savaşlardı. Ancak, yerini sağlamlaştırmaya çalıştığı bu sırada saltanat mücâdelesinde yalnız olmadığını da gördü. Çünkü, önce Belensiye’de kendisine bir rakip çıkmıştı. Ebû Cemil Zeyyân adındaki isyancı, kendisine karşı pek etkili bir varlık gösteremedi. Fakat, İbn Hûd’u asıl endişelendiren köklü bir âileden gelen bir başka yeni lider, İbnü’l-Ahmer adıyla meşhur Muhammed b. Yusuf en-Nasrî idi. İbnü’l-Ahmer, Nasrîler hânedânının meskûn bulunduğu Urcûne’de kendisine başkan olarak biat edildikten sonra (629/1232), civar bölgelerden başlayarak Orta ve Güney Endülüs’te hâkimiyetini sağlamlaştırdı. Bu durumda, iki taraftan biri diğerini bertaraf etmek isteyince, İşbiliye yakınında yapılan savaşı İbn Hûd kaybetti (631/1233). Ancak, bundan bir yıl kadar sonra iki lider arasında umulmadık şekilde bir mütâreke antlaşması yapıldı.

İki büyük Endülüslü liderin barış yapmaları, Kastilya kralını endişelendirmiş olacak ki, derhal Endülüs topraklarına girerek İbnü’l-Ahmer’in sâhibi bulunduğu Ceyyân mıntıkasına kadar ilerledi. Bu sırada, kadısı isyan etmiş olan Leble’yi kuşatmakla meşgul bulunan İbn Hûd, hemen kuşatmayı kaldırdı. Burada, Fernando’nun elçisi kendisine geldi. Yapılan görüşmeler sonunda mütâreke antlaşması yenilendi (632/1235). Kastilya ile İbn Hûd arasında yapılan ve süresi 3 yıl olan bu antlaşmaya göre, krala 3 yıllığına 130 bin dinar haraç yanında, eş-Şârât (Sierras Morena) bölgesinde Müslümanların artık savunamayacakları bir konumda bulunan 30 kadar kale verilecekti. Fernando, geriye dönerken kendisine vaat edilen kalelerin işgalini gerçekleştirdi.

İbn Hûd zamanında Kastilya kralı III. Fernando Endülüs’e yoğun saldırılar yapmış ve pekçok yeri işgal etmişti. Ancak, onun asıl amacı Kurtuba şehrini ele geçirerek güneye doğru inmek ve sonunda İberya Yarımadası’nda Müslüman varlığına son vermek yani, Reconquista hareketini başarıyla sonuca götürmekti. Eski Endülüs hilâfet pâyitahtı olan Kurtuba, Muvahhidler’in Endülüs’te çözülmesinden sonra Muvahhid vâli Ebû’r-Rebî’in katledilmesiyle bir otorite boşluğu içine düşmüş, daha sonra İbn Hûd ile İbnü’l-Ahmer arasında birkaç kez el değiştirmişti.

Rebiulâhir 633 (Aralık 1235) tarihinde bir Kastilya süvârî birliği şehre gece saldırısı gerçekleştirdi. Birbirinden surlarla ayrılan beş ayrı mahalleden oluşmakta olan şehrin, birinci bölgesi “eş-Şarkıyye” ve diğer dört bölgesiyse “el-Medine” adıyla anılmaktaydı. Kastilya birliği, irtidât eden bir Kurtubalı sayesinde eş-Şarkıyye mahallesinin zayıf yanlarını öğrendikten sonra mahalleye girmeyi başardı. Mahallede çok Müslüman öldürüldü. Kurtulabilenler, şehrin merkezine kaçtı. Diğer mahallelerde olay duyulunca, derhal savunma güçleri devreye girdi. Hıristiyanlar, burçlardan birine sıkıştırıldıklarında direnişe geçtiler ve Kastilya’ya âcil yardım çağrısı gönderdiler.

Hıristiyanların şehri kuşatması esnasında, Kurtubalılar iyi bir savunma için toplumsal bir birlik hâlinden mahrum durumdaydılar. Bu durumda, idaresini benimsedikleri İbn Hûd’tan imdat istemeleri beklenen bir davranıştı. Bu sırada Mürsiye’de bulunan ve tehlikeyi haber alan İbn Hûd, 35200 mevcutlu ordusuyla Kurtuba’ya yöneldi. Şehre varmadan önce İsticce yakınında ordugâh kurdu. Kurtubalılar ise, bir an evvel onun Kastilyalılar ile kararlı şekilde çarpışmasını bekliyorlardı. Gerçekte İbn Hûd, ilk anda düşmanla savaşa girmiş olsa gâlip gelerek onları geri gönderme şansı yüksek görünüyordu. Çünkü, düşmanın mevcudu kendisininkinden çok daha azdı. Ne var ki, İbn Hûd her nedense bekleneni yapmadı ve bir süre hareketsiz olarak yerinde kaldıktan sonra, şehri kendi hâline terk ederek bölgeden ayrıldı. Sebebi ise, (İslam kaynaklarında bu hususta hiç ayrıntı olmadığı için Hıristiyan kaynaklarına göre) İbn Hûd’un Belensiye sâhibi Ebû Cemil Zeyyân’dan acil yardım çağrısı almasıydı. Ebû Cemil, Aragon kralı Jaume’un şiddetli baskısına mâruz kalmış durumdaydı. Bu çağrı üzerine İbn Hûd, savaşmaktan vazgeçerek sâhip olmak istediği Belensiye yönüne hareket etti.

Sebep ne olursa olsun, sonuçta şehir kendi kaderiyle başbaşa kalmıştı. Kral Jaume her taraftan kuşatmayı sıkılaştırdı ve her türlü besin kaynağını kesti. Böylece, tam bir ambargo uygulamasıyla muhâsara hareketi şiddetlendi. Besin kaynakları tükenen şehir halkı ise, sonunda can ve mal güvenliklerine karşılık teslim olacaklarını krala bildirdiler. Ancak, eskiden beri çetin ceviz olarak bilinen Kurtubalılar, düşmanın da yiyecek sıkıntısı içerisinde olduğunun farkında olarak teslim olmaktan vazgeçtiler ve dara düşen düşmanın kuşatmayı kaldırmasını beklemeye koyuldular.

Kral ise, Kurtubalılar’ın teslim olmaktan vazgeçmelerinde İbn Hûd’un parmağı olduğunu düşündü. Derhal İbnü’l-Ahmer ile bir ittifak antlaşması yaptı. Kendileri için tehlikenin daha da büyüdüğünün farkına varan Kurtubalılar, şartların tamamen aleyhlerine olduğunu gördüler ve önceden anlaştıkları gibi tekrar teslim olmaya karar verdiler. Çünkü, kuşatmanın üzerinden sekiz-on ay geçmiş ve şehrin kurtuluşu için umut verici hiçbir gelişme olmamıştı. Bilakis, İbnü’l-Ahmer’den sonra İbn Hûd da kral ile arasındaki antlaşmayı senelik 52 bin dinar haraç karşılığında 6 yıllığına yenilemişti. Kurtubalılar’ın teslim olma şartlarını, Kastilya’nın din adamları ve bazı seçkinleri kabul etmek istemediler. Onlar, şehrin zorla alınarak içeride bulunan bütün Müslümanların öldürülmesini ve bütün varlıklarına el konulmasını istiyorlardı. Haçlı ruhuyla yoğrulmuş Avrupalıların Müslümanlara karşı elde ettikleri pekçok başarılı işgal hareketinin tarihine göz atıldığında, “şehre zorla girelim, içeride bulunan bütün Müslümanları öldürüp mallarına el koyalım!” şeklinde dile getirilen bir zihniyetin işgalcilerde hâkim olduğunu sıkça görmek mümkündür.

Kastilya ileri gelenlerinin isteklerine karşı kral, böyle yaptıkları takdirde umutsuzluğa kapılacak olan halkın şehirdeki her yeri ve her şeyi tahrip edeceğini söyleyerek onların isteğini kabul etmedi. Taraflar arasında teslim antlaşması yapıldıktan ve kabul gördükten sonra, Kurtubalılar menkul mallarını yanlarına alarak açlıktan perişan olmuş bir halde şehirlerini terk ettiler ve Endülüs’ün diğer şehirlerine dağıldılar. Kastilya ordusu da şehre girdi (23 Şevval 633/30 Haziran 1236).

Kurtuba Ulucâmii tepesine haç dikilerek kiliseye çevrildi. Ayrıca, bundan 239 yıl evvel Hâcib el-Mansûr tarafından 997 tarihindeki Şente Yâkub seferi sırasında ele geçirilerek, Kurtuba’ya kadar Hıristiyan esirlerin sırtında getirtilmiş olan Şente Yâkub Kilisesi çanlarını, kral aynı şekilde bu kez Müslüman esirlerin sırtında taşıtarak geriye gönderdi. Böylece, Endülüs’ün en büyük şehirlerinden birisi ve Endülüs’ün ilim-kültür merkezi olan bu değerli İslam şehri, fethedildiği 92 (711) yılından bu yana 525 yıl Müslümanların elinde parıldayan bir bilim-medeniyet meşalesi olarak kaldıktan sonra kaybedilmiş oluyordu. Kurtuba’nın düşmesi, artık diğer Endülüs şehirlerinin de sonunun geldiğinin açık işaretiydi. Her ne kadar zâhiren bağımsız gibi görünseler de, Endülüs hâkimi olan iki lider de gerçekte Kastilya’nın tâbiiyeti ve hoşgörüsü altında haraç vererek varlıklarını sürdürebiliyorlardı.

İbn Hûd, 24 Cemâziyelevvel 635/12 Ocak 1238 tarihinde vefât etti. Kendisinin dokuz küsür yıl süren Endülüs hâkimiyeti dönemi, kargaşaya düşen Endülüs için nisbeten istikrar ve iyileşme dönemi olmuştu. Vefâtıyla devleti de sona erdi ve Endülüs hâkimiyeti tamamen İbnü’l-Ahmer’in eline geçti (Ramazan 635/Mayıs 1238).

Endülüs’ün Muvahhidler idâresinden çıktığı 1238 yılı ile, şeklen bağlılığın sona erdiği 640 (1242) tarihinden sonraki Endülüs tarihinde Müslüman-Hıristiyan siyasî ilişkileri, şu başlıklar altında cereyan etmiştir: Kastilya saldırılarına karşı İbnü’l-Ahmer’in karşı koyma çabaları, 1236 tarihinde Enîşe’nin kaybı, 1238 tarihinde Aragonlular ile yapılan savaşlar sonucunda Belensiye’nin kaybı, Doğu Endülüs’te Mürsiye ve çevresindeki kayıplar, İbnü’l-Ahmer’in III. Fernando ile mücâdelesi (642/1244), İşbiliye çevresinin Kastilyalılar tarafından işgali ve İşbiliye’nin düşüşü (646/1248), Endülüs şehirlerinin hızla düşüşünden sonra elde sadece Gırnata şehri kalmıştır.

Gırnata merkezli Benî Ahmer Emîrliği’nin sınırları güneyde Ceyyân, Beyyâse ve İsticce’den Akdeniz’e; doğuda el-Meriye ve Bîre’ye; batıda el-Vâdî’l-Kebîr bitimine kadar uzanıyordu. Şennîl nehriyle es-Selc (Siera Nevada) dağları ve Hedâbâtü’l-Büşşerât tepelikleri ülkenin ortasında baştan başa uzanıyordu. Endülüs’ün mirâsını devralmış olarak bu devlet, 1492 yılı Ocak ayının ikisine kadar 253 yıl, 7 ay süreyle hayâtiyetini sürdürebilecektir.

Yeni siyasî oluşumla saltanatını güçlendirmiş bulunan İbnü’l-Ahmer’in, bir İslam ülkesi lideri olarak meşrûiyet yani, İslam ülkeleri arasında tanınmasını sağlayacak bir kimlik ya da sıfata ihtiyacı vardı. Daha evvel metbûsu olduğu İbn Hûd’un vefâtından sonra, Endülüs’teki hâkimiyetleri tamamen yıkılmış olan Muvahhidler’in sancağı altına girmeyi benimsedi ve halîfe er-Reşîd’e biatını ilân etti. Ülkesinin her yanında halîfe için biat aldı. er-Reşîd de bu biat arzını memnûniyetle kabul etti (637/1239). Muvahhidler’e olan bağlılığını er-Reşîd’in 640 (1242) tarihinde vefâtına kadar devam ettiren İbnü’l-Ahmer, Muvahhidler’in son bulması üzerine bu tarihten itibaren Tunus merkezli İfrîkiye’deki Hafsîler’e yöneldi ve Emîr Ebû Zekeriya el-Hafsî’ye itâat arz etti. Hafsîler’e olan bağlılığı, Ebû Zekeriya’dan sonra da sürdü. Hıristiyanlar ile ilişkilerde ise, İbnü’l-Ahmer bazen çatışmaya girmek zorunda kalsa da, haraç ve toprak karşılığında daha çok 20 yıl gibi uzun süreli antlaşmalar yaparak barış ortamını ve devletini korumaya çalışmıştır. Emîrlik, bazen de Afrika’da bir başka İslam devleti olan Merînîler’den Hıristiyanlara karşı yardım almak mecburiyetinde kalıyordu. Nitekim, bu dönemde Merînîler’in Endülüs’e geçerek daha evvel Murâbıtlar ve Muvahhidler’in yaptığı gibi Hıristiyanlar ile mücâdeleye girdikleri olmuştur.

Ancak, bütün bunlara rağmen, Hıristiyanlar’ın baskısı hiçbir zaman eksik olmamıştır. Çünkü, asırlardır süren Hıristiyan Reconquistasının artık bu aşamadan sonra doğal gelişim sürecini kesin şekilde sonuçlandırması kaçınılmaz görünüyordu. Yani, İberya Yarımadası’nda Reconquista’nın iki aşamasının tamamlanmasından sonra, Nasrîler dönemiyle birlikte üçüncü ve son aşamasına (1238-1492) giriliyordu.

Garnata veya İgranata şeklinde de söylenişi bulunan Gırnata adının menşei, Vizigot ve Roma dönemlerine dek uzanır. Sözlük anlamı “nar”dır. İspanyolca karşılığı “granada” ve Arapça karşılığı da “er-Rummân” veya “er-Rummâne”dir. Kaynak ve araştırmalarda, tabi güzelliklere sahip bir şehir olması veya çevresinde nar ağaçlarının bol olması sebebiyle bu isimle adlandırıldığı belirtilmektedir. Cebelü’s-Selc, Cebelü Şüleyr (Siera Nevada) dağlarının kuzeybatı yamaçlarından aşağıya doğru uzanan derin bir vadi içerisinde yer alır. Doğusu ve batısı yüksek ağaçlı bahçelerle ayrıca, güneyi el-Vâdî’l-Kebîr (Guadalquivir) nehrinin bir kolu olan Şennîl nehri ile çevrilidir. Şennîl’in kolu olan Hadderu (El Darro) nehri ise şehrin doğusundan geçer. Gerçekten de Gırnata, fevkalade tabi güzellikleri olan bir şehirdir. Dağlarından yazları bile kar suları şehrin nehirlerini besler ve tarım alanlarından bol verim elde edilirdi. Bu sebeple olsa gerek Gırnatalılar bahçelerine “cennet” derlerdi. Şehrin o zamanki nüfusu ise yarım milyondan fazla olarak tahmin edilmektedir. Şehir, sokakları, evleri ve yeşil alanlarıyla zaman içinde İslam mimarisinin harika örneklerinden birisi haline gelmiştir.

Düşen son Müslüman kalesi olması bakımından Müslümanlarca Endülüs şehirlerinin en kahramanı sayılan Gırnata, Reconqustador Ferdinand ve Isabella’dan başlayarak bütün İspanya krallarının gözde şehri haline gelmiştir. Onlar bu şehrin imarına ve İslamî dönemlerde olduğu gibi bir ilim merkezi olarak kalmasına özen göstermişlerdir. Mesela, 1531 yılında İmparator V. Karlos (Şarlken) devrinde (1519-1556) meşhur Gırnata Üniversitesi kurulmuştur.

Endülüs’ün son kalesi bu Gırnata şehrinde, 1238’li yıllardan 1492 yılına kadar süren Nasrîler’in hakimiyeti döneminde, Endülüslülerin İspanyol Reconquistası karşısında ne durumda olduklarını göstermesi açısından çok önemli gördüğümüz bazı olayları buraya taşımak istiyoruz. Gerçekte, olayların bu kadarı bile Nasrîler Dönemi Endülüs’ünün ya da Endülüslülerin iç durumunu yansıtması açısından yeterlidir sanıyoruz.

Gırnata’da hüküm süren Nasrîler’in tahtına 1466 yılında Sultan Ebu’l-Hasan Ali İbnü’l-Ahmer geçti. Fakat, Zağal lakaplı kardeşi Ebu Abdullah ona karşı çıkarak Mâlega şehrinde kendisine biat aldı. Böylece iki kardeş arasında taht kavgası başladı. Ancak, sonuçta Zağal boyun eğmek zorunda kaldı. Ebu’l-Hasan Ali’nin iki hanımı vardı. Bunlardan birisi amcasının kızı Âişe ve diğeri İzabella adında Hıristiyan bir İspanyol idi. İzabella Müslüman olunca Süreyya adını almıştı. Ali, bu kadını Âişe’ye üstün tutardı ve ona karşı olan sevgisini göstermek için Süreyya’nın oğullarından birini veliaht tayin etti. Bu durumda Âişe kıskançlık duygularıyla yanına çocuklarını da alarak saraydan kaçtı. Halk Âişe’yi destekledi ve onun oğullarından Ebu Abdullah’a biat etti. Kaçınılmaz olarak baba-oğul arasında iç savaş başladı ve uzun süren savaşlar sonunda oğul Ebu Abdullah taraftarları galip geldi. Böylelikle tahta geçen Ebu Abdullah, bir süre sonra topraklarına saldıran İspanyollara karşı savaşa çıktı. Fakat, yenilerek esir düştü.

Bu durumda başşehir Gırnata halkı, baba Ebu’l-Hasan Ali’ye tahta geçmesini teklif ettiler. Baba Ali, tahtından olduktan sonra Mâlega’ya sığınmış ve kısa süre sonra da görme yeteneğini yitirmişti. Bu haliyle sultanlık makamını kabule yanaşmadı ve kendi yerine Zağal lakaplı kardeşi Ebu Abdullah’ı önerdi. Tahta geçen Zağal, cesur ve yiğitliğiyle meşhurdu. O da İspanyollara karşı büyük savaşlara girişti. Zor durumda kalan İspanyollar, ellerinde esir bulunan eski sultan Ebu Abdullah’ı serbest bırakıp yanına ordu da vererek sultan amcasının karşısına sürdüler. Amca-yeğen arasında taht savaşları sürdü gitti. Sonuçta Ebu Abdullah amcasına galip gelerek yönetimi ele aldı.

İşte bu olaylar cereyan ederken ve Endülüs’te iç savaşlar sürerken Hıristiyan İspanyollar fırsatı iyi değerlendiriyorlardı. Her fırsatta Müslümanlara saldırıyor ve toprak kazanıyorlardı. Müslümanlara da kaybettikleri şehirlerinin ardından ağıtlar düzmek kalıyordu. Bu arada gelişen yeni bir olayla daha da güçlendiler.

Hıristiyan İspanya’yı teşkil eden iki büyük krallık, Aragon Kralı ve “haçlı seferi şampiyonu” V. Ferdinand ile Kastilya Kraliçesi İzabella’nın 1469 yılında evlenmeleriyle birleşti. Bu durumda Endülüs Devletinin son temsilcisi Nasrîler ile daha rahat mücadele edebilirlerdi. Nitekim öyle de oldu ve 1490 yılında Gırnata’yı kuşattılar. Endülüslülerin direnişleri fayda etmedi ve 21 Muharrem 897/25 Kasım 1492 tarihinde imzalanan Teslim Antlaşmasından sonra 25 Rebîülevvel 897/2 Ocak 1492 tarihinde Sultan Ebu Abdullah, şehri İspanyollar’a teslim etmek zorunda kaldı.

Bu olaydan sonra artık İberya Yarımadası’nda Müslümanların hakimiyeti tamamen sona ermiş ve böylelikle, dünya tarihinde Müslümanlara âit altın bir sayfa da kapanmış oluyordu. Gırnata’da Nasrîler’in devlet idare merkezi el-Hamrâ Sarayı’nın duvarlarını süsleyen hatlarda ençok kullanılan âyet, “Lâ Gâlibe illallâh”tır. Bunun anlamı, “sonuçta Gâlip ve üstün olan sadece Allah’tır” şeklindedir. Endülüs Müslümanları, bu hat seçimini rasgele yapmamış olsalar gerektir. Çünkü, onlar bir şeyin farkındaydılar ki, asırlarca da sürse Hıristiyan Avrupa’nın içinde ilânihâye varlığını koruyabilmek çok müşkil ve belki de muhâl bir şeydir. Nitekim, daha Endülüs’ün fethi yılı olan 711’den sadece 7 yıl sonra küçük bir direniş hareketiyle başlayan Reconquista sürecinde İspanyollar, diğer Avrupa milletleri ve devletlerinin de desteğiyle Müslümanları ülkeden çıkarmak fikri ve hareketinden bir an geri durmamışlar, sonuçta buna muvaffak olmuşlardır.

“Ortaçağ’da Avrupa’nın öteki ülkelerinden çok daha hoşgörülü olmuş, daha geniş toplum ve kültür ufuklarını sınamış olan İspanya’da, artık Avrupa’da ömrünü doldurmuş bulunan Ortaçağ değerleri, tutkulu inançlar ve bağnazlık, Yeniçağ’ın içinde, Yeniçağ’ın düşünüş biçimleriyle birlikte sürüp gidecekti. Tıpkı bir zamanlar kendi yurdunda ömrünü tamamlayan Romalılığın İber topraklarında varlığını sürdürmesi gibi.”

Sekiz asır farklı yoğunluklarla bu Reconquista hareketinin etkilerini derin şekilde hisseden Endülüslüler, artık bu topraklarda var olmayı sürdürmenin kendileri için ne kadar çetin ve belki de imkansız birşey olduğunu anlamış olmalıdırlar. Tarihlerinin son deminde inşâ ettikleri o muhteşem yapının her yanına da işte bu gerçeği yansıtan “Lâ Gâlibe illallâh” ifadesini, herhâlükârda Allah’a tevekkül etmenin tesellisi içinde nakşetmişlerdir. Bunun gerçek anlamı ise, “bir müddet bizim ve sonra bir müddet de düşmanlarımızın elinde olabilir bu topraklar fakat, sonuçta bu ülkenin de bu dünyanın ve bütün kâinâtın da hâkimi ancak Allah’tır ve herşey yine sadece O’na dönecek, O’na kalacaktır, başka kimseye değil”. Bu, Allah’a olan bütün bir inancı ve teslimiyeti gösteren etkileyici bir davranışı yansıtmaktadır. “Hayrihî ve şerrihî minallâh: Hayrı da şerri de takdir eden Allah’tır” ya da, zaferi nasip eden Allah olduğu gibi hezîmete dûçar ederek imtihan eden ve tarihin akış kanunlarını koyan da yine Allah’tır. “Lâ Gâlibe illallâh”ın sırrına teslim olmanın getirdiği tevekkül ve rızanın Allah’a karşı söylenen bir başka ifadesini biz, Endülüslüler adına Yunus Emre’den dinleyelim..

Hoştur bana senden gelen

Ya gonce gül yahut diken

Ya hil’at ü yahut kefen

Nârın da hoş nûrun da hoş.

Endülüs’ün Düşüşü ya da Reconquista’nın Başarı Sebepleri
İslam fethinin ilk yıllarında başlayan İspanya Hıristiyanlarının direnişi, uzun yıllar boyunca bilinçli bir şekilde ısrar ve sabırla sürdürülmüştür. Bu direniş, yerleşen İslam hâkimiyetinin zamanla kalıcı bir karakter kazanmasına rağmen yok olmamış bilakis, Hıristiyanların Endülüs’ü geri alma yani Reconquista hareketine dönüşmüş ve Endülüslü Müslümanların hazırladıkları fırsat ortamlarında Reconquista başarıya ulaşmıştır.

İberya Hıristiyan toplumunun Endülüs Müslümanlarına karşı gerçekleştirmiş olduğu bu hareketin başarısı altında yatan çeşitli etkenler bulunmaktadır. Bunları basitten daha önemliye doğru sıralayarak üç başlıkta özetledik: 1. Fizikî şartlar, 2. Hıristiyanların dinî, siyasî, toplumsal, askerî durum ve motivasyonu, 3. İç kargaşa sebebiyle Müslümanların zaaf yaratan tavır ve durumları. İlk maddeden başlayarak ayrıntılara bakalım.

Himyerî ve İdrisî gibi İslam coğrafyacı-tarihçilerinin verdikleri bilgilere baktığımızda, Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında yapılan savaşların kaderini belirleyen etkenlerin, tarafların hazırlık ve güçleri yanında İberya Yarımadası’nın fiziki-coğrafî şartlarında da aranması gerektiği sonucuna varırız. Dağlar, platolar, nehirler, ovalar ve insan aktivitesini – iletişimini sağlayan yollar ile kaleler ve şehirler, savaşlara büyük etkisi olan tabiat unsurlarıdır. Reconquista’nın cereyân ettiği asırlar boyunca, Endülüs’ü baştan başa her yandan bir ağ gibi saran kara, deniz ve nehir yollarının sağladığı ulaşım kolaylığı, diğer fiziki şartlar içerisinde en dikkate değer olanıdır. Yolların önemli bir kısmını ve bağlantı noktalarını elinde bulunduran taraf, bunu siyasi-askeri ve ticari hakimiyeti yolunda değerlendirme avantajına sahip oluyordu.

İberya Yarımadası’nın yol sistemi, Roma döneminde oluşmuş ve daha sonra iki ana istikâmette dallanarak şekillenmiş bir yapıdan ibaretti. Bu ana istikâmetlerin hareket merkezlerinden birisi, Hıristiyan hacıların uğrak yeri olan Şente Yâkub, diğeri ise, Müslümanların siyâset-medeniyet merkezi olan Kurtuba idi. Yol sistemi, bir devletin iletişim-ulaşım sisteminin de esasıdır. İletişim konusunda Doğu İslam dünyasında ve Endülüs’te görülen dikkat çekici devamlılığın benzeri sadece İspanya Hıristiyan devletlerinde değil, bütün Avrupa ülkelerinde yoktu. Roma’dan sonra okumasız yazmasız bir medeniyet getiren Cermen istilası haberleşme geleneğini de ortadan kaldırmış, devlet kavramından yoksun barbar krallıkları V. yüzyıldan IX. yüzyıla kadar devlet posta servisinden habersiz olmuşlardı. Charlemagne’ın IX., I. Othon’un X. yüzyılda kurdukları imparatorluklar bile bunu başaramamışlardı. Söz konusu durum doğrudan toplumun örgütlenme biçimiyle ilgiliydi.

Batı Avrupa’nın büyük bölümünde, bilhassa İspanya’da Roma’dan miras kalan yollar bulunmaktaydı. Fakat, bu yollar onarılamamıştı. Bu yüzden, yolcular mümkün olan her yerde su yolunu tercih etmekte, sıklıkla büyük nehirleri kullanmaktaydılar. Fakat, esas tercih denizlerdi. Tüccarlar mallarını katır kervanlarıyla veya su yoluyla taşımaktaydılar. İletişimin ancak doğrudan ilişkiler çerçevesinde sağlanabildiği Hıristiyan dünyasında gezginci şâirler, din adamları, panayırlar ve tek tük görülen haber mektupları dış dünya ile ilgili sınırlı haber ihtiyacını karşılayan unsurlardı.

Hıristiyan dünyanın bu durumuna karşın, İslam dünyası daha gelişmiş iletişim imkanlarına sahipti. Kayrevan’dan Atlantik Okyanusu sahilindeki Sûsü’l-Ednâ’ya kadar 2150 millik yol, Endülüs ile Doğu arasındaki trafiğin ana karayoluydu.

Roma dünyasıyla ilgili “bütün yollar Roma’ya çıkar” söylemine karşılık, tarihî şartların çağrıştırdığı benzeşim sonucu İberya tarihi coğrafyası için de söylenebilecek veciz ifade, bütün yollar Tuleytula ve Kurtuba’ya çıkar olabilir. Ancak, bu yollardan dost ya da düşman herkes geçebileceği için onların korunması önem arz etmekteydi. Mesela, yağışlı havalarda korumasız fakat, aşılamaz hale gelen yolların çamur sorununu I. Alfonso 1126 tarihinde fark etmiş ve III. Fernando ise, 1236 tarihinde gerçekleştirdiği Kurtuba kuşatmasına giderken izsiz, yerleşimsiz alandan yol bularak yağış engelini aşmayı başarmıştı. Bu bilgiden, o yıllarda kuzeyden gelen Kurtuba yolunun bağımsız olduğunu anlıyoruz. Belki de İslâmî dönemde bu yolun, birgün Hıristiyanların eline düşebilir ihtimaline karşı bilinçli olarak böyle bırakılmış olduğunu düşünebiliriz. Her iklim şartında yakın kale muhâfızlarınca iyi korunan Batalyevs, Mâride, Medellin ve Kal’atü Rebah’ta Vâdîâne (Guadiana) geçitleri; Tütayle, Sarakusta ve Turtûşe bölgelerindeki İbru nehri geçitleri ile Tâcu nehri üzerinde bulunan el-Kantara (Alcantara), Talebîre, Tuleytula, Fentidûnya (Fuentiduena) ve Ûrîc (feribot benzeri) mevkilerinde bulunan köprüler, nehirlere karşı yolların aşılmasına yaradığı gibi, saldırı harekâtlarında taraflara savunma veya taktik avantaj noktası da teşkîl etmekteydi.

Yarımadayı saran bu yollar ve köprüler, Hıristiyan devletlerin Reconquista hareketinin belkemiğini teşkîl eder nitelikteydi. Ticaret, savunma ve savaş gibi hayatî konuları, bu tür fizikî vasıtalar sayesinde toplumsal gerçekliğe dönüşebiliyordu. Nitekim Portekiz Krallığı, Roma’nın Braga adlî bölgesinin mirasçısı olarak, bölge yöneticilerinin işgal ve yağma amaçlı seferleri için kullandıkları Braga-Üşbûne yolu aşağısındaki bölgede gelişerek olgunlaşmıştır. Aynı şeyi, Aşturga bölgesinden başlayarak Semmûre, Şelemenka, Kâsareş ve Mâride yoluyla İşbiliye’ye ulaşan Gümüş Yol hattı boyunca gelişen Leon krallığı; ya da Tarrakûne bölgesinin bir parçası olarak meydana çıkan ve Augusta yolu boyunca yayılarak gelişen Katalonya-Barselona krallığı için de söylemek yerinde bir tespit olacaktır. Eski Kastilya, güneye götüren büyük yola sâhip değildi. Onun anayolu doğu-batı istikâmetinde geliştiği için Sarakusta ve Liyûn’a karşı ilgisi gelişmişti. Ancak, Kastilya ne zaman ki Tuleytula’yı ele geçirdi (478/1085), işte o zaman Güney Endülüs’e yani, Kurtuba ve İşbiliye’ye doğru yolu pürüzsüz şekilde açılmıştı. Zâten, Reconquista’nın hızlanması da bu zamana tekâbül etmektedir.

Fizikî şartların önemli unsurlarından olan kalelere gelince, bunlar esas olarak şehirlerde ikâmet eden ve asıl amacı düşmana âit yerleşim yerlerini ele geçirmek olan, ayrıca yeri geldiğinde yağmacılıktan da hoşlanan savaşçıların etkili müdâfaa merkezleriydi. Bu sebeple, şehir duvarları Âbile’de olduğu gibi yüksek (13 m) veya Kûriye’de olduğu gibi kalın (8 m) olmalıydı. Endülüs kaleleri klasik Ortaçağ, Roma, hatta Tarrakûne gibi Roma öncesi dönemi işçiliğini, Tuleytula’daki Tâcu vâdisi benzeri doğal nitelikleri, ya da Şekûbiye’deki Roma su kemeri gibi erken dönem yapı özelliklerini yansıtırlar. Uklîş’te olduğu gibi pekçok şehrin, savunmacıların son çare olarak geri çekilip sığındıkları bir iç kalesi vardır. İç kale ve dış kalenin de dışında nüfusu sürekli artan yerleşim yerleri, çağın savunma anlayışıyla tezat teşkîl eder tarzda gelişme gösterirdi. Nitekim, şehrin bu banliyösü düşmanın saldırısına ilk hedef olduğu için genellikle savaşın ıstırabını ağır şekilde çeken taraf olurdu. Endülüs şehirlerinin çoğu, direkt bir saldırıya veya kısa bir kuşatmaya karşı mukâvemet edebilirdi. Ancak, bütün modern çağ öncesi dünya kalelerinde olduğu gibi, açlıktan ölmenin eşiğine getirecek tarzda şiddetli ve uzun kuşatmalar sonunda teslimiyet kaçınılmaz olurdu.

İspanya’da Müslümanların fethettikleri yerleri İslamlaştırma politikası kadar, Reconquista hareketi sonucu alınan Endülüs şehirlerinin tekrar Hıristiyan halk ile iskânı ya da hıristiyanlaştırılma politikası ve bu topraklarda kalan Müdeccen Müslümanların ve Yahudilerin durumları da Reconquista sürecinde araştırılması gereken önemli mevzulardandır. Çünkü, kendi topraklarında yaşayan Müslümanlar ile Yahudilerin sadâkatsizlik ihtimaline karşı Hıristiyan devletlerin onları zorla tehcîre tâbi tuttukları ve yerlerine Hıristiyan göçmenleri yerleştirdiklerine dâir tarihî kayıtlar az değildir.

1085 yılından 1139 yılına kadar Orta Endülüs’teki Duvîru nehri (Rio Duero) ile Remle vâdisi (Guadarramas) arasındaki Endülüs toprakları İspanyalıların eline geçtiğinde, buralar kuzeyli Hıristiyan halkın yeniden yerleşimi için iskân alanları hâline getirildi. Çünkü, bu bölge Müslümanların saldırılarından korunmuştu. Kuzeyden getirilen Kastilyalı (Castellano), Aragonlu (Aragoneso) ve Navarlı (Navarreso) Hıristiyan halk Şelemenka, Şekûbiye ve Âbile’ye iskân edildiler. Buralarda oluşan yeni yerleşim yerlerinin isimleri de bu olaya şâhitlik etmekteydi. Çünkü, yeni köylerin isimleri gelenlerin menşelerini yansıtır nitelikte “Aragona”, “Mozarves” ve “Narrillos” şeklindeydi.

Müslümanlar ile İspanya Hıristiyan devletleri arasında devam eden savaşlar, Müslüman ülkenin ekonomik ve toplumsal düzenini bozmuş, artık iyi bir hayat için krallık toprakları daha câzip hale gelmişti. Müsta’rib halkların kuzeye göç etmesi için bu sebep, akla daha yatkın görünmektedir. VI. Alfonso’nun fermanları Oreja (1139), Almoguera (1145), Kal’atü Rebah (1147), Dos Barrios (1154) ve Zorita’nın (1156) da aralarında bulunduğu pek çok yerde onun yeni yerleşim birimleri kurduğunu ve geliştirdiğini göstermektedir. Oreja’da bir yerleşim birimi kurulmasıyla ilgili fermanından VI. Alfonso’nun bu konudaki siyâseti ortaya çıkmaktadır. Bu siyâsetin esası, bölgeyi Müslümanlara tekrar kaptırmamak için yeni imtiyazlarla Hıristiyan halkın bölgedeki nüfusunu yoğunlaştırmak ve böylelikle Reconquista’yı kalıcı kılmaktı.

Tuleytula merkezli dinî teşkîlât, Papalığın da desteğiyle büyük güç kazandı ve dinî liderler, özellikle Müslümanlar ile olan sınır bölgelerinde ellerindeki büyük imkanları Müslümanlara karşı savaşmakta ve bölgelerinde toplumsal ve dinî gelişmeler kaydetmekte kullandılar. Fuero’lar, yurttaşlıkla ilgili organizasyonun ve özellikle çağın gereği olarak askerlik konusunun ayrıntılarını da düzenliyordu. Reconquista hareketiyle Müslümanlardan alınan Endülüs topraklarında Hıristiyan halkın çoğunluğu oluşturması, krallar için askerî ve lojistik desteğin artması anlamına geliyordu.

İspanya Hıristiyanları, içinde bulundukları ilkel hayat tarzına karşın, savaşçılık konusunda rakipleri Müslümanlardan pek fazla geri değillerdi ve hatta bazen ileri de geçebilmekteydiler. Hıristiyan İspanya devletlerinin askerî güç ve teşkilâtları, Reconquista’nın ilk döneminde daha basit ve asker sayısı sonraki dönemlere nispetle daha az olduğu için olsa gerek, Endülüslülerin parçalanmış ve zayıf durumda olmalarına rağmen, dış destek almaksızın Tuleytula’nın işgali gibi büyük Reconquista hareketine kalkışamıyorlardı. Ancak, Reconquista’nın ikinci dönemi ortalarından itibaren askerî güçleri halkın nüfusuna paralel olarak artış göstermeye başladı. İşte o zamanlardan itibaren Hıristiyanlar Endülüs’e karşı büyük askerî harekâtlara girişebildiler, hatta bunları sıklaştırmaya başladılar. Bu ise, Endülüs’ün sonunu getiren unsurların önemlileri arasında yer almaktadır. Ayrıca, İspanyalılar 718 yılından beri on yıllar boyunca devlet gücü bakımından gelişirken, Müslümanlarla ve kendi aralarında sürekli askerî çatışma içerisinde bulunageldiler. Yenile yenile yenmeyi öğrendiler ve savaş sanatında neredeyse Müslümanları geride bırakacak şekilde ilerleme kaydettiler. Bunun en açık delili, Muvahhidler döneminde Endülüs’te yapılan savaşlardır. Şehirleşmenin Mağrib’e nispetle çok daha yoğun olduğu Endülüs topraklarında, meydan savaşından çok kale savaşlarına alışkın hale gelen Hıristiyanların bu özelliğine karşın Muvahhidler, Mağrib’te daha çok meydan savaşlarına hazırlıklı ve bu konuda tecrübeliydiler. Tarafların bu özelliklerinin de etkisiyle olmalı ki Vebze, Bâce ve Şenterîn savaşlarında Muvahhidler başarılı olamadılar. Çünkü, bunlar birer kale savaşlarıydı ve İspanyalılar kale savaşı tekniklerini Muvahhidler’den daha iyi biliyorlardı.

Avrupalılarda savaşın en iyi motivasyon aracı dinî duyguları okşamaksa, bugünden geriye doğru olayların sonuçlarına baktığımızda görüyoruz ki gerçek amacı ganîmet elde etmek yani, servet ve saltanattı. Köleler, altın, gümüş, değerli taşlar, elbiseler ve hayvanlar, savaşan sınıflar için hayvancılık veya çiftçilikten daha câzip gelir kaynağını teşkîl ediyordu. Aslında, merkezî İspanya’da temel gelir kaynağı hayvancılıktı. Hıristiyan şehirlerinde, yarım düzine çoban tarafından koca bir şehir halkının hayvanları bakılabiliyor, çobanlar bu işe bakarken Hıristiyan askerler Endülüs’ü tahrip ve işgal etme imkanı buluyorlardı. Bir Müslüman saldırısı ânında hayvanlar koruma altına alınabiliyor, ancak kale dışındaki arazîde kalan mahsûlün korunması mümkün olmuyordu.

Bu sebeple, özellikle koyunculuk temel geçim kaynağını teşkîl ediyordu. VII./XIII. yüzyılın sonlarına kadar, sığır ve koyun sürüleri yılda iki kez Duvîru vâdîsinde yazlık meralarda gezdiriliyordu. Bölgenin kışlık meraları ise, Vâdîâne nehrine kadar olan yerlerdi. Bu bilgi ışığında, Reconquista ideali ve hareketinin temelinde Hıristiyanların Endülüs topraklarında kendi hayvan sürüleri için yeni otlaklar elde etme arzularının olduğu da iddia edilmektedir.


VI./XII. Yüzyıl İspanyası kral fermanlarında asıl konuyu, Hıristiyan kasaba ve köylerinden ganîmet toplayan Müslüman akıncılara karşı savunma tedbirleri oluşturuyordu. Hıristiyan halkın askerî güçlerden tek isteği, toprakları savunmaları, mallarının yağmalanmasına engel olmaları ve vergilerin makul düzeyde tutulmasıydı. Fakat, Hıristiyan askerlerinin savaşlara motive edilmesinde sadece bu tür istekler etkili olamıyordu. Genelde, bütün savaşlarda komutan statüsünde öncü görevler üstlenen Hıristiyan din adamlarının gayretleri sonucu, “Hıristiyanlığın korunması” veya “Kilise’nin Haç düşmanlarına / kâfirlere karşı korunması” gibi dinî duyguların askerlere sürekli aşılanmasıyla Müslümanlara karşı Reconquista savaşlarının gerçekleştiği de bilinen bir husustur.

Müslümanlara karşı yoğun savaş arzusu, özellikle VI./XII. yüzyıl İspanya’sında yaygınlaşmıştı. Bunu besleyen bir önemli faktör de, Orta Doğu Türk ve İslam dünyasına karşı yapılan Haçlı Seferleri idi. Zamanın Hıristiyan metinlerinde, kutsal toprakların tasvirleri (Fazienda de Ultramar) önemli bir yer tutuyordu. Najera Piskoposu, Pelayo ve Silenso vakâyinâmelerinde Reconquista yani, Endülüs’e karşı savaş fikri yoğun olarak işleniyordu. III. Alfonso, Vizigotlar’ın mirasçısı olarak hânedânının İspanya’yı yeniden fethedebileceğini düşünüyordu. Diğer Hıristiyan İspanya devletlerinin ortaya çıkıp güçlenmelerinden sonra bile, bir süre daha III. Alfonso’nun Leon krallığı Reconquista hususunda öncülüğünü muhâfaza etti. Ancak Kastilya, Aragon ve Portekiz devletlerinin büyümesiyle birlikte, aralarında Müslümanlara karşı ittifaklar kurarak Reconquista idealini hep birlikte sâhiplendiler ve İspanya adı verilen bir birliğe bağlılık bilincini geliştirdiler.

Haddizâtında, Müslümanlara karşı savaşmak Hıristiyan İspanya toplumu için anlaşılır bir tavırdı. Ancak, kendi aralarında bunu özel bir meşrûiyet ve haklılık temeline oturtmak icap ediyordu. İspanyalıların kendi aralarındaki çatışma ve savaşların gerekçelerini halka açıklama geleneği oluşmuşken, Müslümanlara karşı böyle bir gerekçe bulma ihtiyacı hissedilmemişti. Sid gibi İspanyol kumandanları veya normal şövalyeler, Müslümanlara karşı bir harekete girişmeden evvel “Tanrı’nın ve Kutsal Meryem Ana’nın yardımıyla savaşı kazanacağım” derlerdi. Bu onların dindar olduklarını gösterir, fakat din adına savaştıklarını göstermezdi. Zira, profesyonel bir askerin hayatı böyle şekillenmiştir yani, bu söylem hayat biçimlerinin gereğidir. Bunun benzeri bir durum da Müslümanlarda vardır. Dinî duyguların okşanmasıyla askerler savaşa (cihâd) teşvik edilirler. Fakat, aslında savaş her zaman din adına gerçekleşmez. Gerçekte, hanedân hâkimiyetinin korunması ya da hanedân üyeleri şahsında bir milletin varlığını koruyabilmesi amacıyla yapılır. Din ve dinî duygular, amaç değil sadece askerlerin savaşa motive edilmesinde bir araç olarak kullanılmaktadır.

Papalık tarafından İspanya’da Müslümanlara karşı Haçlı savaşına itilen Hıristiyanlar, kendilerine vaat edilen Endülüjans yani, günahlarının affedileceği konusunda endişeli olmalarına rağmen, Reconquista hareketini kutsal bir savaş olarak kabul ediyorlardı. Ölmüş Azizlerin semâvî koruyuculuğuna sâhip olduklarını göstermek için, Hıristiyan krallar sefere çıkmadan evvel bir aziz kabri ziyareti yaparlar ve zafer için duâ ederlerdi. Böylelikle, askerlerini de motive etmiş olurlardı. Bu âdet sebebiyle, bazı Aziz kabirleri küçük bir kiliseyken, kralların oraya büyük gelirler tahsîs etmesiyle zengin ve güçlü bir başpiskoposluğa dönüşüyorlardı. Aziz James’in kabri bunlardandır. Bütün katedraller ve sınırlardaki bütün kiliseler, Aziz kabirleriyle birlikte Reconquista savaşlarına katılan Hıristiyan askerlerin semâvî bir koruma altında oldukları fikrini devamlı şekilde işlemeye yarayan temel unsurlardı. Seferde Hıristiyan orduları, ordu papazlarına sâhipti. Papazlar savaştan önce âyin yaparlar, günah çıkartırlar ve askerlerin manevî hazırlığını tamamlarlardı. Sonuç olarak, özellikle VI./XII. yüzyıl ve sonraki İspanyol vakâyinâmelerinde, meşhur din adamı ve askerlerin adlarının sıkça geçtiği ve Müslümanları önce Endülüs’ten Mağrib’e, oradan da Kudüs’e kadar sürme şeklinde beliren Reconquista idealini müşâhede etmek mümkündür.

Son olarak da, Müslümanların durumu ve toplumsal zaaflarını ele alalım.

Bazı toplum ve devletlerin hayatında bazı hastalıklar erken dönemde ortaya çıkabilir. Fırsatını buldukça bu hastalıklar o toplum ve devletin büyümesiyle birlikte daha da belirgin hale gelir. Sırf bir kabile veya bir millet ya da bir vatana dayanarak ırksal farklılık ve millet üstünlüğü duygusunun dışa vurumu olarak bilinen milliyetçilik hastalığı, Endülüs Devletinin erken tarihlerinde görülmeye başladı. Zamanla da bütün toplum katmanlarını saracak şekilde yayılarak kökleşti. Üzüntü vericidir ki, olumsuz anlamdaki milliyetçilik düşüncesinin beslendiği damarları İslâmiyet’in getirmiş olduğu eşitlik, adalet ve iyilikte umumi yardımlaşma gibi temel toplumsal değerlerin tam olarak yerleştirilememesi nedeniyle kurutmak mümkün olmamıştı.

Târık b. Ziyad 92 (711) yılında 12700 askerle İspanya’ya çıkarma yaptı. Askerlerden, Târık’ın kendisi dahil 9 bin adedi Berberî idi. Buna rağmen, Araplar İslam ile müşerref olan ve onun sancağını taşıyan ilk millet olmalarına, ayrıca Târık’ın peşinden bir yıl sonra Endülüs’e çıkan Musa b. Nusayr komutasındaki 18 bin mevcutlu ordunun Arap askerlerden müteşekkil olmasına, Târık’ın komutanı olan Musa’nın ve her ikisinin de memuru oldukları Emevi Devleti halifesinin de Arap olmasına dayanarak kendilerini Endülüs fâtihi olarak görmüşlerdir.

Bu düşüncelerinde büyük gerçeklik payı vardır. Ancak, bu gerçek ülke insanlarına haksızlık vasıtasına dönüştürülmemeliydi. Nitekim, İspanya’nın fethi tamamlandığında Araplar, soğuk iklime sahip verimsiz, dağlık ve düşmanla yüzyüze bulunan orta-kuzey Endülüs bölgelerine Berberîleri yerleştirirlerken, kendileri ılıman iklim yapısına ve verimli ovalara-otlaklara sahip olan doğu-güney bölgelere yerleştiler. İşte, yapılan bu haksız uygulamanın Endülüs tarihi boyunca ortaya çıkan ve Arap-Berberî anlaşmazlıklarına dayanan olaylarda çok etkili olduğu bilinmektedir.

Arap yöneticilerin Endülüs’teki Berberîlere karşı yaptıkları adaletsiz uygulamalar, sadece iskân alanıyla sınırlı kalmadı. Ülkenin yönetiminde de yani siyasi-idarî alanlarda da görülmüştür. Endülüs’te iç karışıklıkların kaynağı sadece bundan ibaret değildi. Buna ek olarak, Arap kabileleri, Saklebîler, Mevâlîler, Müsta’ribler, Müvelledler gibi toplumsal yapıyı oluşturan farklı unsurlar arasında bazen anlaşmazlıklar da olabiliyordu.

Bazı dönemlerde bunlar arasında başlayan çekişmeler, ülkeyi içte ve dışta her bakımdan olumsuz etkiliyordu. Mesela, dışarda kalıcı ve etkili fetihler sürdürülemiyor, içte ise halkın refah ve huzuru sağlanamıyordu. Bu türden dönemlerin en çarpıcı örnekleri Valiler, Birinci-İkinci-Üçüncü Mülûkü’t-Tavâif ve Gırnata Emîrleri dönemleridir. Kitabın sonunda verdiğimiz eklerdeki idareci listelerinin yönetimde kalma sürelerine dikkat edilirse görülebileceği gibi, siyasi-toplumsal uzlaşmanın sağlanamadığı ya da parçalandığı bu dönemler, ülke insanları için çok sıkıntılı yıllar olmuştur. Endülüs, bu iç kargaşa sebebiyle zaafa uğramasıydı, herhalde siyasi-askeri ve medenî güç olarak varlığını daha fazla hissettirir ve ömrü de daha uzun olabilirdi.

Reconquista savaşları başladığından beri Müslümanların, Hıristiyanlara karşı kendilerini korumak ve biraz da ganîmet elde etmek amacıyla savaştıklarını söylememiz mümkündür. 711 yılından itibaren birkaç yıl içinde fethedilmiş olan yerleri yani, İberya Yarımadası’nı bir bütün olarak kabul edip tamamını geri almayı zaman zaman düşünmüş olsalar bile gerçekleştiremediler. Belki de, içine düştükleri şartlar artık böyle düşünmelerini engellemiş olabilir. Ancak, onların inancına göre Endülüs toprakları Allah yolunda yapılan cihat sonucu fethedilmiş olduğu için kutsaldı. Bu cihat ve ganîmet arzusu, Mağrib’ten Murâbıt ve Muvahhid orduları içinde gelen şeyhler ve gönüllüler için geçerli olduğu kadar, Endülüslüler için de geçerliydi.

Genel tutum böyle olmakla birlikte, tarihsel olayların gelişimi içerisinde Müslüman Endülüs dönemlerinde farklı davranış kalıplarının sergilenmiş olduğunu da görmekteyiz. Daha fethin ilk yıllarında, Pelayo ile Covadonga kayalıklarında başlayan Reconquista fikrinin oluşumuna karşı, Endülüs yöneticileri ciddi ve kalıcı bir önlem alamamışlardı. Bunun sonucu olarak Reconquista, 718 yılından itibaren fikir düzeyinden harekete dönüşmeye başladı. Elbette, özellikle Endülüs Emevileri’nin hâkimiyeti gibi Müslümanların çok güçlü oldukları zamanlarda İspanyalılar, Endülüs’ü geri alma emellerini gerçekleştirme fırsatı pek bulamamışlardır. Ancak, sonraki yıllarda Endülüs İslam ülkesi Arap, Berberî, İspanyol, Saklebî gibi unsurların iktidar için mücâdele ve çarpışma sahası hâline gelmişti. Bu arada, farklı milletlerden toplanmış saray muhâfız birliklerinin bu mücâdelede baş rolü oynadıkları bilinmektedir.

Bu hâkimiyet mücâdeleleri sonucu Endülüs’te 20 civarında küçük devletçik ortaya çıktı ve siyasî birlik parçalandı. Mülûkü’t-Tavâif diye adlandırılan ve Endülüs tarihinde üç kez (Endülüs Emevileri’nin, Murâbıtlar’ın ve Muvahhidler’in yıkılmalarından sonra) ortaya çıkan bu dönemin en bâriz özelliği, her bir emîrin diğerlerinden bağımsız hareket etmesi ve İspanyalılardan da yardım alarak hâkimiyet alanını genişletmeye veya kendisine saldıran öteki Endülüslü emîri yok etmeye çalışmasıdır. Yani, böylesi dönemlerde Endülüs’te sadece kişisel bağımsızlık veya hâkimiyet mücâdelesine dayanan ve bütün Endülüslülerin kaynaklarını, güçlerini kurutan bir iç savaşlar manzarası hâkim olmuştu. Belki de bu büyük zaafı olmasaydı, Endülüs ordusu belki de daha ilk yıllarda Fransa üzerinden fetih yoluyla Doğu’ya Dımaşk’a (Suriye) geçebilirdi.

Reconquista savaşlarıyla Hıristiyan krallar, işgal ettikleri Endülüs şehirlerini büyük oranda Hırsityan halk ile iskân etme gayreti içinde oluyorlardı. Ancak, aynı tutumu Müslümanlarda görmek mümkün değildi. Fetih yılarından itibaren Endülüs’e gelip yerleşen Müslüman topluluğunun sayısı ileriki yıllarda ciddi bir artış göstermemiş, yani fetih hareketi iskân siyasetiyle desteklenememiştir. Bu da, Hırsitiyan nüfusa nisbetle Müslüman nüfusun daha az kalması sonucunu doğurmuştur. Eğer, Doğu İslam ülkesinden Endülüs’e yoğun ve devamlı bir Müslüman göçü olmuş olsaydı, İberya Yarımadası’nın çehresi tamamen değişirdi ve belki de o topraklardan Müslümanların çıkarılması mümkün olmazdı. Anadolu, bunun en güzel örneğidir.

Endülüs Müslümanlarının durumu böyle olunca, Hıristiyan İspanya Reconquistasının harekete geçmesi ve hız kazanması gayet kolay oldu. Hıristiyanlar, Endülüslülerin birbirleriyle giriştikleri çatışmaları izlerken daimâ saldırı ve toprak kazanma fırsatı kollarlardı. Bu emellerini Mülûkü’t-Tavâif döneminden itibaren yavaş yavaş, 1085 tarihinde Tuleytula’nın işgali gibi büyük başarılarından aldıkları cesaretle ise, hızla gerçekleştirme aşamasına getirdiler.

Buna karşı içine düştükleri olumsuz şartlar altında Endülüslülerin yapabilecekleri tek bir şey vardı, o da kıta dışındaki güçlü Mağrib devletlerinden imdat istemekti. Ne var ki, Murâbıtlar ile Muvahhidler’in İberya Yarımadası’na gelerek Hıristiyanlara karşı başarılı olmaları, kalıcı bir nitelik kazanamadığı veya Endülüs’ün kayıplarını durdurup eski gücüne kavuşmasını sağlayamadığı için, Reconquista hareketinin kesin başarısını ancak bir müddet geciktirmeye yaradı.

Bu güçlü Afrika devletlerinin büyük desteklerini, Endülüslü Müslüman yöneticiler bir toparlanma ve kendine gelme fırsatı olarak değerlendiremediler. Murâbıt ve Muvahhidler’in gelişleriyle sağlanan siyasî birlik, onların zayıflamalarıyla tekrar bozuldu ve Mülûkü’t-Tavâif yeniden ortaya çıktı. Bu kargaşa ortamında Endülüs halkı üzerindeki ekonomik ve toplumsal sıkıntılar daha çok artmaya başladı. Toprak kayıpları hızlandı ve bölünen siyasi birlikle birlikte siyasi hâkimiyet bütünüyle tehlikeye düştü. Sonunda Kurtuba, İşbiliye gibi büyük Endülüs şehirleri ardarda düştü. Siyâset ve uluslar arası ilişkiler açısından değerlendirildiğinde, tam bir çözülme hatta yok olma ortamını ifade eden bu manzarayı sergileyen Müslümanların tutumları karşısında, İspanya Hıristiyanlarının Reconquista’yı başarmaları ya da sonuçlandırmaları kolaylaşmıştı.

Yüzyıllar boyunca süren bir direnişle gerçekleştirdikleri Reconquista’nın sonuçları, İspanyollara sadece İberya Yarımadası’nın siyasî hâkimiyetini tekrar açmakla kalmadı, aynı zamanda Müslümanların kültürel hayatından tevârüs ettikleri medeniyet değerleri sayesinde İslam-Batı arasında bir köprü olmalarını ve Avrupa Rönesansında ön saflarda yer almalarını sağladı. Lâkin, sadece “köprü” olabildiler, oysa bir medeniyet merkezi iken sadece medeniyetin üzerinden geçip gittiği bir köprü durumuna düşmek, işte bu Endülüs’ü kanla boğan İspanya’nın tabiat kanunları gereği kaçınılmaz olarak yüzleştiği bir sonuç olmuş, ateşle ve Engizisyon’la yok ettiği dünya medeniyetinden kendisine hemen hiçbir şey kalmamış, genellikle diğer milletlere gitmiştir. Yeniçağ sonlarından bugüne İspanyollar, diğer Avrupa devletlerinin ve bir zamanlar büyük bölümünü kolonize ettikleri Amerika’nın ardından nal toplarcasına düşekalka onlara yetişmeye çabalamaktadırlar.

Günümüzde artık bilinen bir gerçek de şu ki, ciddi bir gelişme kaydederek edebî estetik patlaması yapan XVI. Yüzyıl İspanya’sının bu gelişmesinin ardındaki birikim, aslında bir zamanların İspanya’sını şekillendiren Müslüman ve Yahudi kültürlerinin zoraki yok edilişinin trajik öyküsünden doğan bir birikimdir. Cervantes’in romanı da, bu tarihin karmaşık şekilde dönüşüm geçirmiş bir çocuğu olarak ortaya çıkmıştır.

Endülüslülerin toplumsal zaaflarını bizim açımızdan değerlendirenlerin bir kısmı, onların birlik oluşturamamaları ve birbirleriyle uğraşmaları temasını işlerler. Bunu yaparken de, “bu duruma düşmeselerdi de yok olmasalardı” demeye getirmektedirler. Ancak, benzer olayların Osmanlı’nın son dönemlerinde ve özellikle Cumhuriyet döneminde yoğun olarak yaşandığını gördükten sonra hala böyle değerlendirmeler yapabilmek doğru bir tutum olmasa gerektir. “Başkası düştü mü ‘çürük tahtaya basmasaydı deriz, kendimiz düşünce bastığımız tahtanın çürük çıkmış olmasından şikayet ederiz” (Cenap Şehabettin). Sonuçta her toplum kendine özgü ve diğerlerinden farklı niteliklere ve şartlara sahiptir. Birine bakılan gözlüğün aynıyla diğerine bakıp değerlendirmek doğru bir yöntem değildir. Ayrıca, bir heykeltraşın sanat eserine şekil vermesi gibi uzaktan gelişigüzel bir bakışla tarihî toplumlara şekil vermeye çalışırcasına değerlendirme yapmak da ancak hayal kurmak ve fantazi yapmak şeklinde adlandırılabilir sanıyoruz.

Yazar: Lütfi Şeyban

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir